33 senedir Bolu halkı bu gazeteyi okuyor. Gazetemizdeki mesaj ve yorumlar, ne kadar çok okunduğumuzun KANITIDIR

Cemil Hoca.. Turgut Çulha.. Hoca İsmail..

Erdoğan Mühürcüoğlu

    9 Ekim 2013

          Her sonbahar gelişinde böyle olurum. (şarkıdaki gibi) Telefonu 118'den bulup, Eski bir dostu aradım. Arkadaş gibisi yok. Konuşmak iyi geldi. Özlemişiz de, epey konuştuk. O kadar konuşmuşuz ki araya dayısı 'Gazcı Şükrü' abiyi bile sıkıştırdık. Merasim alanında, bandonun başındayken burnuna konmaya çalışan sinekle olan mücadelesini.. Bir arkadaşımız vefat etmiş, "Kim olduğunu hiç sorma, üzülürsün dedi.." Sordu, "Kilolar duruyomu hala? burdaki gibi tombik misin?" Hemen anladım kimin vefat ettiğini.. "Ne tombiği oğlum?" dedim. "Kilo milo kalmadı, şekerden çöp gibi oldum..!" Aslında o kadar değildim ama nedense öyle demek geldi içimden. "Gelsene bu taraflara, kimse kalmadı boşaldı buralar.!" Gelemezmiş, "Sen söyle başbakanına, emekli maaşlarına zam yapsın, belki o zaman!" diyor..
    ***
         Bolu'da iken bu arkadaşımın bir sözü vardı, hiç unutamadığım "kritik bir ameliyattan sonra eğer ameliyathaneden bilgi vermek için ilk önce doktor çıktıysa yandın arkadaşım" demişti.. "Hastanın artık ameliyathanede olmadığını, çoktan aşağı kata indirildiğini bile düşünebilirsin.." Veya birini konuşmak için odasına davet ederken doktor; "kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Biraz konuşmamız lazım, vaktiniz var mıydı?" diye başlarsa konuşmasına.. Kendisi hep yaşamış bunları.. Bir de babalarımız bir gün arayla ölmüşlerdi. Onunki ocak Ayı'nın ikisinde, benimki üçünde, üç Ocak 1986 da..
    ***
          Ölümü hatırlatan, onu aklımıza getiren şeylerden bahsetmek pek hoş değil elbette, ama sen ister bahset, istersen etme hayat onu sana hatırlatıyor bir şekilde.. Bir gün, bir cami şerefesinden yükselen 'sela' sesiyle irkiliveriyorsun.. "Es Salatu Ve's Selamu Aleyke Ya Rasulallah!" diye başlayan hüzünlü bir 'sela' sesi ile.. 'unutma, buralardayım!" der gibi hüzünlü bir sela sesiyle.. Var mı bi itirazınız? Benim yok..!
    ***
          Bolu'ya ilk kar da yağdı. Bu yıl biraz erken oldu galiba ama ne yapalım, Allah'ın işine de karışacak halimiz yok. Yine Bolu Dağı'ndaki kaza haberlerini, sürücülere yapılan 'zincir, takoz, çekme halatı" uyarılarını sıkça duyacağız.. Sabah kalktım baktım haberlerde; 'Bolu'ya mevsimin ilk karı yağdı, Kartalkaya'da kar kalınlığı şu kadar, Bolu dağında bu kadar' falan diye anlatılırken, gözümün önüne karlar altında kartpostal güzelliğindeki görüntüsü geldi Bolu'nun.. Kar kış görüntülerinin arasında ben hep rahmetli Cemil Hoca'yı hatırlarım. Rahmetli, bir kış günü Büyük Cami'den çıktıktan sonra, caminin kurşun çatısında biriken buz kütlesinin, havların ani ısınmasıyla birlikte kayarak başına düşmesi sonucu vefat etmişti.. Uzun süre kaldığı komadan çıkamayarak.. Eskiye dayanan bir tanışıklığımız vardı, her gün Almanya'dan telefonla arayarak sağlık durumunu öğrenmeye çalışmıştım..
    ***
         Bir mezarcı bulmam lazım, şehirde acemiyim. İşin neresinden başlayacağım onu bilmiyorum. Kafam da karmakarışık zaten 'davul' gibi.. Yapmam gereken o kadar çok iş var ki, mezar kazdıracağım, Belediye'ye anons için gideceğim, cenaze malzemeleri satan bir dükkan bulmam lazım.. Bu işlerin böyle yürümediğini çok sonra öğrendim. Başa gelince öğreniyor insan. Aslında çok kolaymış, şehirde bu işlerle uğraştığı bilinen birine gidiyorsun 'cenazemiz var' diyor maruzatını anlatıyorsun, hepsi o kadar. Gerisine karışma, tıkır tıkır yürüyor herşey..
    ***
          Şehir öylesine sessiz; yollar, sokaklar o kadar ıssız ki, Suni Tahta Fabrikası'nın servisine yetişmeye çalışan bir iki kişiden başka kimse yok görünürlerde.. Bir kedi köpek görünse bari, o da yok. Deli Ömer'le birlikte kimbilir hangi cehenneme gittiler.. Büyük Cami'nin oraya geldiğimde caminin kapatılmış olduğunu öğreniyorum tadilattaymış.. Karamanlılar'ın dükkanından sesleniyorlar 'bilader gel, gel!.." Beni tanımıyorlar ama, anlıyorlar 'dar' da olduğumu. Çay ısmarlıyorlar bana.. İlyas Yücetürk'ün oğlu da orada 'oyuncakçı' olan. İsmini şimdi çıkartamadım..
    ***
          Dönüşte güvercinler sanki anlamışlar gibi 'halimi pür melalimi' başımın üzerinde taklalar atıyorlar. Bana güzellik yapıyorlar sanki caminin önünde.. Öyle değil de tabii, bana öyle geliyor. Her zamanki halleriymiş.. 'Baba be!" diyorum 'yaptığını beğendin mi? Bak ! büyük Cami'de kapalı, nerden galduracuz şimdi seni ! Tamam üç beş dakikalık saltanatın gene olacak, onu ayarlayacaz da, şurada olsaydı ya ! Şurada çıkartsaydık ya seni Taht'ına.. Büyük caminin önünde.. Valla alem adamsın be baba ! yani giderayak bile yaptın ya.." Eve dönerken tam Tabaklar Hamamı'nın oralarda gülmemek için zor tutuyorum kendimi. Aklıma babamın 'Elmas' Market'te; çam sakızı ağdasını göstererek "el bombası mı lan bu?" diye sorması geliyor.. Terlikçi Elmas alışkın ona, gülüyor sadece.. Anlatırlardı hep..
    ***
          Geçenlerde arkadaşımız Füsun Cemil Hoca'dan bahsetmiş ve teyzesinin cenazesinde Hoca'nın 'çok duygusal' kasideler okuduğunu falan anlatmıştı. Hoca, zaten annelerinin ölümüyle yıkılan teyze kızlarına dönerek 'Nerede benim yavrularım, benim garip yavrularım!" diye haykırmaya başlayınca kızlar kendilerini büsbütün yerden yere atmaya başlamışlar, onu anlatmıştı.. Ben de, Cemil Hoca'nın gerçekten çağrıldığı cenaze evlerinde, acıklı kasideler okuyarak, herkesi hüngür hüngür ağlattığını hıçkırıklara boğduğunu hatırladım.. Babamın cenazesinde onun bu özelliğini bildiğimden, çok hazırlıklıydım. Fakat Cemil Hoca bir ara, salya sümük ağlayanların arasında dolaşırken beni görmüş olmalı, gözlerini yumup başını iki yana sallayarak öyle bir "uyan ey gözleriiim gafletten uyaaaan !" çekti ki, "indirici son darbe!" gibiydi adeta..
    ***
          Zaten, çağrıldığı evlerde 'aileden biri' gibiydi artık. O kadar alışmıştı ki ona herkes, hoca mevlid okurken "SUSADIM HARARETTEN KATİ - SUNDULAR BİR CAM DOLUSU ŞERBETİ !" der demez ev sahibi, bir bardak portakal suyu, bir bardak meşrubatı hoca efendinin önüne yetiştiriveriyordu.. O derece artık, anlayın yani.. Cemil abi her karşılaşmamızda anlatırdı; bunlar babamın da bulunduğu mevlitlerde içinde para olan zarfı ceplerine indirirken "birgün size bu zarflar elinizdeyken 'cürm-ü meşhud' (suç üstü) yaptıracağı" dermiş, gülerek anlatırdı Cemil Hoca.. Bizim mahallemizden biriyle evliydi, (şimdi kiminle olduğunu hatırlayamadım) o devrin modern hocalarından biri olarak tanınıyordu, yakışıklıydı da üstelik.. Kravatı, takım elbisesi, gıcır, gıcır ayakkabılarıyla mahalleye, nişanlısının evine ziyarete gelirken rastlardık.. Daha sonraki yıllarda evlenip Tabaklar Mahallesi'ndeki evlerine taşındılar (Tabaklar Camisi'nden Mudurnu Caddesi'ne inen sokağın sonunda sağdaki, ev)..
    ***
          Hoca İsmail Amca ve bir tencere etli mantıyı 'bir hamlede' yiyip, ezan okuduğu caminin şerefesinde vefat eden 'Hongudu Ahmet' Amca da bizim mahallemizde otururlardı.. Hele, Hoca İsmail, Cemil Hoca, Hafız Hasan ve arkadaşlarının birlikte mevlit okumalarını görmeniz lazımdı. Sonuna doğru tam bir görsel şova dönüşürdü mevlit. Hep birlikte koro halinde okurlarken, Hoca İsmail birden durur, diğerleri okumayı sürdürürken o derin nefes alıp ciğerlerini şişirir, bir işaretle 'CÜMLE ALEM YOK İDİ - YARADILMIŞTAN GAYRİ CEBBAR İDİ' diyerek salına salına, tek başına girerdi tekrar okumaya..
    ***
          Cemaat den yaşlı başlı olan bir sürü insan görürdük hıçkıra hıçkıra ağlayan.. Ben mi ? Ben ağlayayım mı güleyim mi ikisinin ortasında olurdum. Hafızlardan biriyle göz göze gelmemeye çalışır kafamı saklasam daha mı çok dikkat çekerim acaba? diye kendimi kasardım. Zaten aklım fikrim de mevlidin bitişiyle birlikte dağıtılacak olan 'şeker külahlarında olurdu.. Neyse, Cümlesine selam olsun , Allah hepsine de gani gani rahmet eylesin...
    ***
          Raflarda sıralanmış rengarenk ilaç kutuları, reçetelerin hazırlandığı camekanlı tezgah, arkada, duvarda 'riskli' ilaçların konduğu küçük ecza dolabı. Birde hemen girişte sağda, isterseniz tartılıp boyunuzu ölçebileceğiniz baskül.. Kalın çerçeveli gözlükleri ile bu eczanenin demirbaşlarından Orhan Abi'yi az kalsın unutuyordum.. Hepimizin tanıdığı emektar eczacı kalfası Orhan Abiyi, Orhan Çiğdem'i.. Bisikletinin arkasındaki sepetliğe sıkıştırdığı keten ayakkabılarıyla, önceleri Karaçayır'a, sonraki yıllarda ise Stadyum'a top oynamaya giderken hatırlıyorum onu.. Bizim kuşaktan tanımayan var mıdır Orhan Abi'yi? sanmam.. Zaten 10-15 bin nüfuslu bir yerdi Bolu, bugünkü Mudurnu gibi bir yer, belki ondan bile küçük. Özellikle Bolu Pazarı günü çevre köylerden gelen müşteriler bu eczanenin koltuklarında oturmayı pek severlerdi.. Hele Turgut Amca'nın iyi bir tarafına denk gelmiş, bir de çay söylenmişse onlara..
    ***
          Yukarı Çarşı'ya doğru çıkarken 'Buket Meyhanesi'nin yan tarafında Mazhar Amca'nın tuz öğüttüğü teknoloji harikası dükkan vardı hatırlar mısınız? Bu dükkanda Mazhar amca kocaman bir inşaat küreğiyle kalın tuzları ahşap bir kasanın içine atar, kayışlarla, dişlilerle çalışan bir düzenek tuzları öğütülmüş olarak öbür taraftan çıkarırdı.. Kayışların 'şakırtısını' taaa uzaklardan duyardınız..
    ***
          Galiba 8-10 yaşlarında falan anca varım, Emin Fıratlı'nın dükkanının önünde takılmış kalmışım. O dükkanın vitrininde nasıl bir büyü varsa, orada takılır kalır bir türlü ayrılamazdım. Pelikan marka mermer tabanlı masa kalemleri, pıng-pong topları, cetvel, pergel, iletki, masa takvimleri, çeşitli renklerde mürekkepler, hokka'lar, kapaklarından kilitlenebilen albümler. Hatta o zamanlar her yerde kolayca bulunamayan meşin fubol topları, aklınıza ne gelirse yani..
    ***
          İşte bir gün, yine orada vitrini seyrediyorum; yöresel kıyafetleriyle genç bir bayan; onsekiz, bilemedin yirmi yaşlarında üzerinde parlak bir şalvar, sırmalarla işlenmiş cepken, başında incikli boncuklu başlık yanımda beliriverdi. Yanında da yine aynı yaşlarda kocası var.. O da bildiğimiz köy kıyafetleri içinde; ayağında 'Angara lastiği' veya 'cizlavet' de denilen lastikler, başında şapka, sırtında pazen 'oduncu gömleği'..
    ***
          Henüz daha sakalları bile çıkmamış adam yaklaşıp elime bir kağıt para tutuşturup, utana, sıkıla "baksana!" dedi "bize bu eczaneden bir ilaç alabilir misin?" "ayıbettin abi ! tabi alırım!" dedim. Benim zaten canıma minnet, hiç değilse eczaneyi bir de içeriden görmüş olurum, eczane kokusunun kaynağını bulmaya çalışırım. Çocuk aklı işte.. Parayı Orhan Abi'ye uzatıp "Aybaşı ilacı istiyorum!" deyince eczanede ne kadar adam varsa dönüp bana baktılar. Bayanlardan "amanınnn!" diyerek elini ağızlarına götürenler bile oldu. Neredeyse ağlayıverecem..
    ***
          Turgut Çulha ile kendi aralarında 'fısır fısır' bir şeyler konuşan Orhan Abi bana dönüp "sen şimdi bu parayı al, seni kim buraya gönderdiyse git onlara, siz kendiniz gidecekmişsiniz de, vermiyorlar bana de..! Sonra da doğru eve tamam mı" 'gaabbenallı'..! (ne demekse?) 'Tamam!" deyip kapının önüne çıktığımda ikisinin de yerinde yeller esiyordu.. Galiba beni dışarıdan bir süre izlemişler, bir şeylerin ters gittiğini anladıktan sonra oradan usulca tüymüşlerdi.. Ne zaman, şimdi artık olmayan o eczanenin önünden geçsem, yıllar önce yaşadığım bu olayı hatırlarım, çocuk yaştaki bu karı-kocanın eczane kapısındaki çaresizlikleri gelir aklıma, İçim sızlar..
    ***
          Harry Potter filmlerinin hemen hemen hepsinde değişik bir müzik aleti kullanılmış.. İnsanların alışık olmadığı sesler çıkartan bir müzik aleti.. Ben o filmlerin hiçbirini izlemedim. Bu enstrümanın çok ürkütücü bir sesi olduğunu anlatıyorlar. İlginç bi ses, hayaletli bir enstrüman. Bir zamanlar dinleyenleri delirttiğine inanılarak yasaklanmış. Benjamin Franklin'in icat ettiği bu aleti ıslak parmaklarla, bir 'mil' üzerinde dönen cam bardaklara dokunarak çalıyorlar..
    ***
          'Yani resmen stres altındayım! Biraz önce bu müziğin videosunu izledim sanki bir şey olacakmış gibi diken üstündeyim şu an. Bu enstrümanı çalanların, ya da dinleyenlerin "Delirdikleri' iddia edildiği için bu müzik aleti yasaklanmış, yukarıda en başta söylemiştim.. Bilim adamlarına göre bu aletten çıkan sese insan beyni acayip tepki veriyormuş. Önce onu dinlemeye, anlamaya çalışıyor, fakat sesin beynin sağ ve sol kulağı arasındaki bir noktaya çarpmasıyla (phase differences) oluşuyormuş; 'o ne demek? 'onu ben de bilmiyorum, onu boşver..! Sesin nerden geldiğini anlayamayan beyin, işin içinden çıkamayınca 'tırlatıyormuş'..
    ***
           Merak edenler; ince bir şarap kadehini bulaşık detarjanı ile gıcır gıcır yıkayıp, parmaklarını kadehin kenarına çevirerek sürterlerse tuhaf bir ses oluştuğunu görecekler; işte o ses anlatmaya çalıştığımız sestir. Yalnız bardağın 'kadeh' olması sesin daha kolay çıkabilmesi için önemli.. Ben şimdi becerebilirsem aşağıya bir video koyacam oradan dinlersiniz.. Beceremezsem; internette Thomas Bloch adlı müzisyene bakın, o size kolayca delirmeniz için yardımcı olacak. Yanlız sizden ricam; delirirseniz lütfen buradan uzakta bir yerde, başka bir sayfada delirin.. Bugün okuduğum bir makalenin sonuna da öyle yazmışlar 'delirecekseniz burayı terk edin' diye.. Ne olur ne olmaz..
    Hoşça kalın..
          
                                                          

    Yorum yazın

    İsim (Gerekli)
    Yorumunuz (Gerekli)

    Sayfada yer alan yorumlar kişiye ait görüşlerdir. Yapılan yorumlardan sitemiz hiçbir şekilde sorumlu değildir.

     

    Yazarın diğer yazıları

    GÜNÜN SÖZÜ

    Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır

    SON YORUMLAR
    Sağlık İlaç Gıda Takviyesi Siyah Sarımsak