BolununSesi; Halkın Gazetesi

Anadolu’nun Kitap Kokusu

Ali Özdemir

    8 Ağustos 2019

            Anadolu’nun Kitap Kokusu

    Kitaptan daha iyi bir arkadaş yoktur, zaman zaman insana dert ortaklığı eder, insanın gönlünü açar, yüreğine su serper. Gönlünün her muradına onunla erişirsin, böylesine güzel bir dost görülmemiştir; ne incitir; ne incinir.

    Kâtip Çelebi

     

    1970’li yıllar… Köyde daha elektrik yok. Gaz lambası ve çıra ışığında oturulan küçük odalarda sadece cızırtılı, kocaman radyodan dinlenilen ajans haberleri ve arkası yarınlar var. Sabahları tarhana çorbası içiliyor. Öğlen ve akşam ise ne bulunursa, köyde ne yetişiyorsa o yeniyor. Hiçbir şey bulunamayınca da bazlamaç ekmeğine yağ sürülüp, rendelenmiş sert peynire banılıyor. Yanında da ahlat hoşafı. Çay, kahve bile ancak önemli bir misafir gelirse yapılıyor. Garibanlık, mütevazılık horlanmıyor henüz.

    Ayaklarda kara lastikten ayakkabılar var. Başka ayakkabı alacak para da yok. Elbiseler yamalı. Kazaklar delik. Aynı tabağa kaşık sallanarak yeniyor yemekler. Yün yer yatağında uyunuyor.

    ***

    Köyün öğretmeni ile camiinin imamı tamamen zıt kutuplarda duruyor. İfrat ve tefrit derler ya işte ondan.

    Öğretmende İslâm dînine karşı aşırı bir soğukluk, dışlama, yok sayma mevcut. İmamda ise teknolojik yeniliklere karşı duruş söz konusu. Köylünün kendi arasında para toplayarak maaşını ödediği, yemeğini verdiği din görevlisinin evinde radyo bile yok. Ve bu aygıtın dînen günah olduğu kanaati hâlâ yok olmamış.

    Aşırı seküler dünya görüşü ya da başka bir deyişle “laik atak” denebilecek ters yaklaşımlar sebebiyle imam ile öğretmen arasında hep soğukluk, gerginlik seziliyor.

    Bu ortamda doğan Ali, ilkokul ve ortaokul yıllarında okul ile caminin zıtlaşmasının sebeplerini bir türlü çözemiyor. Çocuk aklıyla bu durumu öğretmenine ve cami imamına soruyor ama verilen cevapları zihninde analiz edemiyor.

    Cami imamı, ilmihal bilgilerini almak için ibadethâneye gelen çocuklara üç dînî kitap tavsiye ediyor. Bunlar bir şekilde tedarik ediliyor. 2-3 ay sonra okulun öğretmeni Ali’nin elinde dînî kitapları görünce elektrik çarpmış gibi tepki veriyor.

    ***

    1977 yılında nihayet, taş devri koşullarındaki minik orman köyüne elektrik geldi. Sokaklar, evler ışıldadı. Televizyon, radyo, teyp, fırın, ütü, çamaşır makinesi, buzdolabı, saç kurutucu vb. gibi aygıtlar yavaş yavaş meskenlere girmeye başladı.

    Batı Karadeniz Bölgesindeki gözlerden ırak köye 3 km uzaktaki yoksul ilçede 4 bin kadar insan yaşıyordu. Sanayi tesisini ara ki bulasın. Sadece kamu kurumlarında çalışan memurların geliri ve hayvancılıktan (davarcılık) elde edilen para ilçeyi ayakta tutuyor. Sert iklim koşulları sebebiyle tarımsal üretim yok denecek kadar az. 1970’lerde 4 bin kadar insanın yaşadığı bu ilçede şu anda 500 kişi bile kalmadı. Göç, ilçeyi biçti geçti…

    İlçede üç-beş bakkal, lokanta, manifaturacı, hırdavatçı, elektrikçiden başka bir esnaf da yok. Ali’nin babası da ilçedeki Orman İşletme Müdürlüğünde elektrikçi olarak çalışıyor. Mesai saatlerinin dışında boş durmamak için annesi Meryem’in üzerine kayıtlı minik bir elektrikçi dükkânı işletiyor.

    Elektrikçi dükkânı var ama ampul yok, kablo yok, priz yok, sayaç yok… Her şey karaborsa. Evlere elektrik tesisatları yapan baba ayda bir kere taa İstanbul’a giderek mal alıyor. Ama istediği ürünleri bulamadan geri dönüyor çoğu kez. Bunun sebeplerini aradan geçen 40 yılın ardından daha iyi anlıyor Ali…

    ***

    1974 yılında Türk Ordusu, soydaşlarımızın can güvenliğini temin etmek için Kıbrıs’a Barış Harekâtı düzenledi. Bu operasyon sayesinde Ada’nın bir bölümü Türklerin kontrolü altına girdi ve orada küçük bir Türk devleti kuruldu. ABD ve Avrupa ülkeleri Rumların zulümlerine dur diyen Türk askerinin çıkarmasına haksız bir tepki koyarak ülkeyi ekonomik ambargo kıskacına aldı... Kıskaç nasıl işledi derseniz, bizi sağ-sol, Alevi-Sünnî, ilerici-gerici, Türk-Kürt şeklinde cepheleşmelere iteklediler. Ermeni terör örgütü Asala’nın eline silah verip diplomatlarımızı şehit ettirme yoluna da tevessül ettiler.

    ***

    Gariban ilçedeki gazete bayiinde 10 kadar günlük gazete oluyordu. Ali, okumaya, öğrenmeye aşırı ilgi duyan bir yapıda olduğundan ortaokul yıllarında bayiiden gazete satın almak istedi. Ancak pos bıyıklı, sürekli sigara içen kavruk bayii “Bu gazeteler satılık değil. Sadece abone olanlara geliyor” dediğinde abone kelimesinin ne demek olduğunu dahî bilmiyordu.

    ***

    Ali’nin köyde oturan, ilçedeki maliye dairesinde çalışan Cemal dayısı, bulmacaları çözmek için evine ayda bir-iki sefer Günaydın, Hürriyet, Tercüman, Milliyet gibi gazetelerin okunmuş eski nüshalarını getirirdi. Bulmacaların sorularının çoğunu da bilemez, yarım bırakırdı… Bu gazeteleri muhakkak ki maliyedeki amirlerinden tedarik ediyordu.

    Neşriyatlardaki haberleri ve köşe yazılarını analiz edemese bile tüm sayfaları ciddiyet içinde okuyan Ali’ye büyükleri yadırgayıcı bir gözle bakardı. Anası, amcası, dayısı, halası sıklıkla “Evladım yolda bulduğun çamurlu gazete sayfalarını bile eve getirip okumaktan ne öğreniyorsun ki?” derlerdi.

    1979-82 yılları arasında boykotlu, izinli, raporlu, grevli, protestolu, 12 Eylül darbeli günler içinde yuvarlanan Ali, ortaokulu bitirdi. Ama doğru dürüst hiçbir dersi öğrenememişti. Bu yıllar zarfında eğitim perişan hâldeydi. Minik ve kimsesiz ilçede kütüphâne bile olmadığından ortaokul yıllarında öğrenme dürtüsünü hiç tatmin edemedi…

    ***

    Sadece il merkezinde bulunan meslek lisesinin elektrik bölümünü okumayı tercih etmişti. 1982 yılının sararmış, tozlu ve sevimsiz sonbaharında ailecek köyden şehre taşındılar. Baba ve ana, okur-yazar bile değildi. Baba, askerde sadece basit metinleri okuyup yazmayı öğrenebilmişti. Ama sahip oldukları 4 çocuğun okuyup refah içinde hayat sürmesini istiyorlardı. Bunun için ilçeden ile taşınmışlardı. Babanın ilçedeki memurluk görevinden ile gelmesi, tayin olması da pek kolay olmadı. Amcası, dayısı, arkası olmayan memurlara köle muamelesinin yapıldığı yıllardı. Babanın mesai mefhumu zaten yoktu. Amirleri onu haftanın 7 günü çalıştırıyordu. Şimdiki gibi her göreve angarya gözüyle bakılıp sendika dayılarına şikayete gidilemiyordu. Zira memur sendikasının adı bile yoktu…

        

    İlçeden ile taşınan ailenin 4 evladının diğer üçü ne yazık ki 5 yıllık ilkokuldan sonra öğrenim görmeyi istemediler. Sadece Ali’de öğrenme, okuma isteği vardı.

    ***

    Kayıt olduğu meslek lisesinde kimse gazete, dergi, kitap ile ilgilenmezken o eprimiş bez çantasında hep gazete, çocuk dergisi ve kitap bulunduruyordu. Çok kitap, gazete alacak parası yoktu. Ama çareyi bulmuştu. İlde bulunan kışla görünümlü halk kütüphânesinde 10 bin kadar eser okunmayı bekliyordu. Oradan 15 gün süreli olmak kaydıyla ödünç kitaplar alabiliyordu. Ayrıca kütüphânenin okuma köşesindeki raflarda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yayınlanan haftalık, aylık 20 kadar süreli yayın bulunuyordu. Hoş bir mürekkep ve kâğıt kokusu taşıyan dergileri karıştırırken Ali âdeta başka bir dünyaya geçiş yapıyordu.

    ***

    1985 yılında meslek lisesinin elektrik bölümünü bitiren Ali hiç dershaneye gidememesine, test kitaplarına boğulmamasına rağmen İstanbul’da bulunan Marmara Üniversitesinin 4 yıllık bir fakültesini kazanmıştı. Liseden beraber mezun olduğu 34 arkadaşının hiç birisi böyle güzel bir başarıyı yakalamış değildi. Açıkta kalanlar hasetten çatlıyordu. Çoğu, dershâneye de gitmişti. Ama sonuç hüsrandı. Ali’nin bildiği, başkalarının idrak edemediği bir sır vardı. O sır açıktaydı ama kimse görmüyordu. Ali de bunun farkına 40’lı yaşlardan sonra varabildi. Yani okuyan, öğrenen, merak eden, yazan, düşünen insan için engel diye bir şey yoktu. Zor kelimesi sadece az çalışma durumunda geçerliydi. Kısaca bilgi güç idi. Bilgili insanları kimse durduramıyordu.

    ***

    İnsan, 20-25 bin gün kadar süren kısa ömrünü okuyarak, öğrenerek, analiz yaparak geçirdiğinde hem daha huzurlu, hem daha varlıklı olur. Mal varlığı sadece yat, kat, mücevher, araba demek değildir. Bunu cahil insanlara anlatmak çok zordur. Esasında en büyük zenginlik bilgi varlığıdır. Bir insanın 10 tane apartman dairesi olabilir. Ancak o insan yaşadığı dünyanın şiirini, hikâyesini, romanını, tiyatrosunu, masalını, bilimini çiğnememişse, hatmetmemişse boşluktadır. Dingin değildir. Can sıkıntısını aşamaz. Yazıdan, sözcüklerden uzak milyonlar kısa süreli hazların dışında bir şey bilemezler. Bunların yaşadıkları ömür yazıya dökülmüş olsa 1 sayfayı dolduramazlar. Ama okuyan insanlar oturdukları yerden Afrika ovalarında, Antarktika buzullarında bile dolaşabilirler.

    ***

    1985-1989 yılları arasında mideyi bulandıran kesif çorap kokulu, altı kişilik basık yurt odalarında kalarak üniversiteye devam etti. 64 kişilik sınıfta, 800 kişilik yurtta yine gazete, dergi, kitap ile gezen, tüm derslere sıfır devamsızlık rekoruyla devam eden kişi Ali’den başkası değildi.

    Anadolu’nun ücra şehir ve ilçelerinden gelmiş avare gençlerin çoğunluğu derslere zoraki devam ediyor, lakırdı ile kahve köşelerinde okey taşlarını şakırdatıyorlardı.

    Anlı şanlı Marmara Üniversitesinin Haydarpaşa’daki fakültesinin ve öğrenci yurdunun maalesef bir kütüphânesi bile yoktu. Kadıköy İlçesinde, dar bir yokuşta, apartmanın 3. katına sıkıştırılmış Fahrünisa Kadıbeşegil Halk Kütüphânesini tesadüfen keşfetti. Tüm boş vakitlerinde buraya giden Ali, soğuk suratlı, enerjisi bitmiş, dünyadan kopuk, yarı uykulu üç memurun arasında rafları karıştırıp kitap seçerdi.

    Kütüphânenin çalışanları o denli miskin ve enerjisiz insanlardı ki, insanı okumaktan, öğrenmekten nefret ettirirlerdi…

    Fakültede Doç. Dr. Fahri Bey’den başka kültürden, bilimden, felsefeden, tarihten, eğitimden söz eden başka bir hoca da yoktu. Diğer hocalar mekanik bir aygıt gibi sadece dersini sunup gidiyordu. 12 Eylül darbesinin travmaları henüz belleklerden silinmemişti. Yani hocaların çoğu faşist yapının kendilerine balyoz indirmesinden çekiniyorlardı. Ülkede demokrasi diye bir şey de yoktu. 12 Eylülcüler sağcı-solcu demeden, Amerika’dan gelen emirlerle binlerce akademisyeni yok etmişti… Öğretim üyesi Fahri Bey âdeta bir ışık, idol mertebesindeydi. Ali, bu hocaya sık sık uğrayıp kişisel kitaplığından ödünç eserler alıyordu.

    ***

    1989 yılında güç bela lisans diplomasını aldı. İdealist çizgiden giderek öğretmenlik yapmak istiyordu. “Yine sınava gireceksin” dediler. Elinde öğretmen olduğunu belirten diploma vardı. Ama yine yeni bir sınav daha çıktı karşısına. Korka korka imtihana girdi. Soruların hiç birisi, yapmak istediği vazife ile ilgili değildi. Ama yapacak bir şey yoktu ki… Bilebildiği kadar şıkları karaladı.

    ***

    Öğretmenlik sınavı sonrası atanma beklerken, evde boş boş oturmamak için bir süre yalap şap müteahhitlerin yaptığı çarpık çurpuk tuğlalı inşaatlarda elektrikçi olarak çalıştı. Bu iş oldukça yorucuydu. Parası da az idi… Bir lokantaya garson olarak girdi. Buranın da ücreti çok çok azdı ama hiç olmazsa günde üç öğün dilediği kadar yemek yiyebilecekti.

    Belirli bir yaştan sonra anadan, babadan harçlık istemek, onlara yük olmak çok ağırına gidiyordu. 21 yaşında bir insan atasından harçlık mı alırdı…

    Lokantanın çat pat İngilizce bilen tek elemanıydı. Haftada 3-5 sefer, sırt çantalı yabancı turistler geldiğinde patron hemen Ali’yi masaya yolluyordu. Alman, İtalyan, İspanyol turistlerin çok kibar, saygılı, sabırlı, temiz, edepli, yavaş yemek yemeleri Ali’nin çok dikkatini çekiyordu. Bizim Türkler çok acele, döke saça, etrafı berbat ede ede doyarken yabancılar masayı hiç kirletmiyor, ayrıca yüksek bahşişler veriyorlardı. Bunlar mı Müslüman yoksa biz mi sorusuna cevap bulamıyordu…  

    Garsonluk yaparken lokantanın ne kadar özensiz, niteliksiz, sağlıksız yemekleri müşterilere sunduğunu fark etti. Burası lokanta olamazdı. İnsanların bilerek zehirlendiği, kanser edildiği bir yerde hizmet ediyordu. Özellikle patates kızartmada kullanılan yağın 2-3 ay boyunca iş gördüğünü fark edince, faciayı baş aşçıya sordu. Aşçı gayet pişkince, “Ben yemiyorum ki” deyince orada çalışmasının da tatsız bir durum olduğunu idrak etti. O günden sonra lokantalarda kızartılmış hiçbir gıdayı yiyemedi.

    ***

    Yolda dalgın dalgın yürürken Bursa merkezli bir mutfak eşyaları pazarlama şirketinin “personel aranıyor” şeklindeki ilanını telefon direğinde gördü. Hemen ilgili adrese gitti. Ukala, anasının gözü, işgüzar yetkili, işi anlattı. Kapı kapı gezilip dar gelirli insanlara çok kalitesiz mutfak eşyaları peşin ya da 6 taksitle satılacaktı. Ekipte 15 kadar berduş tipli genç vardı. Her ilde ya da ilçede 7-14 gün konaklanarak iş yapılacaktı. Maaş yoktu. Satılan malın bedelinin yüzde 15’i elemanın olacaktı.

    İşi kabul etti. Mengen, Çaycuma, Devrek, Bartın, Sakarya, Kocaeli, Karamürsel, Gölcük vb. gibi ilçe ve illerde sabahın köründen geceye kadar yüzlerce evin kapısını çaldı. Yapılan iş aslında ticaret değildi. Gariban insanlara kalitesiz ürünler laf kalabalığı ile satılıyordu. Vicdanı sızlaya sızlaya 3 ay bu işi yaptı. 90 günlük süreçte aylık ücreti ortalama 3 milyon TL oldu. Bu meblağ ekipteki en yüksek rakamdı. Diğer çalışanlar kültürden, bilgiden, estetikten, hijyenden bîhaber olduklarından, leş gibi tütün koktuklarından insanları ikna edemiyorlardı. Ali, çok okumanın bu denli işine yaradığını pazarlamacılık yaparken de çok iyi anlamıştı.

    ***

    1989 yılının Aralık ayında öğretmenliğe başladığında ilk aylığı sadece 636 bin TL idi. Yani özel sektördeki pazarlamacılık işine göre 4-5 kat daha az gelir elde etmişti. Buna da şükür dedi…

    ***

    1970 ve 80’li yıllarda gariban, ülküsüz, yetersiz mekteplerde okurken derslerde kullandığı kalitesiz kâğıda basılmış, şekilleri anlaşılmayan kitapları gördükçe bunlar neden böyle kötü diye hayıflanırdı. Almanya’da çalışan bir tanıdığı, onun teknoloji meraklısı olduğunu bildiği için birkaç kitap vermişti. Yayınlar Almanca dilinde hazırlanmıştı ama görsel bakımdan olağanüstü nitelikteydiler. Bu kıymetli eserleri yıllarca mütevazı kitaplığında tuttu.

    Edirne Uzunköprü’de öğretmenliğe başladığı ilk günlerden itibaren aklında hep nitelikli, anlaşılır, bilgi dolu bir ders kitabı yazma isteği vardı.

    Mesleğin ilk yıllarında sürekli olarak firmalara mektuplar yazıp katalog ve broşür talebinde bulundu. Yüze yakın yerli-yabancı firma hatırını kırmayarak teknik ürünlerle ilgili veriler içeren kataloglarından gönderdiler. Bunları, bir gün işime yarar düşüncesiyle hep biriktirdi. Daha sonra bunları kaynak olarak kullandı da…

    1993 yılında, Manisa ilinde öğretmenlik yaparken artık kitap yazımına başlamalıyım dedi. İzmir’e bilgisayar almaya gitti. En ucuz bilgisayar maaşının 5 katı fiyata satılıyordu. Boynunu büktü, alamadı. 2 maaş tutarında bir para ödeyerek minik bir daktilo alıp işe koyuldu.

    Bir yıl boyunca ilk kitabını daktilo ile geceler boyu uğraşarak hazırladı. Matbaa işlerinden anlayan bir meslektaşı “Kitaplar artık tipo baskıyla değil, ofset yöntemiyle basılıyor. Daktilo ile boşuna uğraşma, bilgisayar ile yaz” dedi. Okulun, bugünle kıyaslandığında hiçbir özelliği olmayan bilgisayarında sayfaları yeniden oluşturmaya başladı.

    Bilgisayar bilgisi çok azdı. Resim işleme, sayfa düzeni yazılımlarını bilmiyordu. Tarayıcı ve yazıcısı da yoktu…

    ***

    1995 yılında Manisa ilinden Bolu iline, kendi mezun olduğu bir meslek lisesine tayin oldu. Kendisini okutan öğretmenleriyle mesai arkadaşlığı yapma şerefine de nail oldu… Kimi öğretmenlerinin ne kadar donuk, cahil, ilgisiz, meraksız kaldığına çok şaşırdı. Öğrenciyken ulu bir çınar gibi gördüğü insanlar 15 yıl sonra minik Bonzai ağaçlarına dönüşüvermişti. Hiçbir şey okumayan bu öğretmenler sınıfta, bahçede, kantinde bile sürekli sigara içiyor, sadece geçim sıkıntısından söz ediyorlardı. Halbuki isteseler bir şeyler üretebilir, gelirlerini artırabilirlerdi. Zira tümünün bir zanaati vardı…

    ***

    Öğretmen Ali Bolu’daki okulda da kuruma ait makine ile kitap yazımına devam etti. Ancak bilgisayarlardan sorumlu olan garip mizaçlı meslektaşı bu çalışmasını engellemek için her yolu deniyordu. “İşim var, virüs bulaşır, sonra gel, temizlik yaptıracağım, kilitliyorum, gitmem lazım, çabuk ol” vb. gibi söylemlerle şevkini kırıyordu.

    Tüm zorluklara rağmen ilk kitabını 140 sayfa olarak tamamladı. Çıktı almak için lazer yazıcısı yoktu. Ödünç bulduğu bir cihazda çıktı işlerini aydınger kâğıdına yaptı. Sayfalarda bulunan şekilleri siyah mürekkepli kalemle bir ay uğraşarak tamamladı.

    Eseri bastıracak parası da yoktu. İstanbul’a giderek 5 farklı yayınevine kitabı gösterdi ve basmalarını rica etti. Hiç birisi olumlu yanıt vermedi...

    Aradan 10 yıl kadar zaman geçince, Ali’nin yüzüne bile bakmayan yayıncılar O’nu arayıp “Kitaplarınızı biz basalım” demeye başladılar. Ama bu sefer Ali Hoca, “Hadi ordan. Yıllar önce size geldim. Çay bile ikram etmediniz” dedi.

    ***

    Akrabalarından bir miktar borç bularak Bolu’daki ilkel matbaada 2000 adet kitap bastırdı. Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı kitabı Ankara’da yarı fiyata bastırınca kendi ilindeki basımevinin ne kadar vicdansız olduğunun farkına vardı.

    Meslekî okullara broşürler gönderdi. 2000 eser bir-iki hafta içinde tükendi. Morali zirve yaptı. Bütün borçlarını ödedi. Hemen 2., 3., 4. ve 5. baskıları da yaptırdı..

    ***

    İlk yıl kazandığı parayla hemen bilgisayar, lazer yazıcı, tarayıcı ve çalışma masası aldı.

    Kitap yayınlamış olmak, tüm arkadaşlarının ve amirlerinin ona bakışını olumlu yönde düzeltti. Herkes Ali Hoca’ya yazar gözüyle bakmaya başladı. Öğrencileri de ondan hep övgüyle bahsetmeye başladılar. Küçük Anadolu şehrinde kitap yayınlayan tek öğretmen durumundaydı.

    Bu heyecanla tüm boş vakitlerini kitap yazmaya ayırdı. Aradan geçen 25 yılda 50’den fazla kitap yazıp yayınladı. 2019 yılı itibariyle eserlerini 4 farklı yayınevi tüm dünyaya dağıtıyor. ABD, Almanya gibi ülkelerde bile eserlerinin satışı yapılıyor. 20 kadar kitabı üniversitelerde kaynak olarak kullanılıyor. Tüm eserlerinin toplam sayfa sayısı yaklaşık 20 bin civarında.

    50’den fazla kitabı yazarken binlerce kitabı, makaleyi, web sitesini incelemek durumunda kaldığı için meslekî bilgisi de çok yükseldi. Başı sıkışan, kaynak arayan ona başvurmaya başladı…

    ***

    Bilginin ne kadar güzel bir şey olduğunu yaşayarak öğrendi. Makale, sunum, konferans, panel, seminer hazırlıkları yaparken hiç zorlanmadı. Zîra her sorunun cevabı beyninde vardı.

    2008-2013 yılları arasında TC MEB’e bağlı olarak KKTC (Kıbrıs) Eğitim Bakanlığı bünyesinde 5 yıl öğretmenlik yaptı. Burada çalışırken de kitap yazan bir insan olduğu için hep el üstünde tutuldu.

    O’nu yeni tanıyan insanlar ilk başta karşılarında sıradan bir öğretmen olduğunu sanıyorlar. İlerleyen zamanda onlarca eser üretmiş bir eğitimci olduğunu öğrendikleri anda hemen davranışları, tutumları değişiyor.

    2015 yılından beri de bir meslek lisesinde uzman öğretmen ve okul yöneticisi olarak görev yapıyor. İdareci olarak, sadece yazarak, proje sunarak 165 hayırsever firmadan, vakıftan, dernekten, kişiden okula bağış alıp Zonguldak ilinin en ileri meslekî eğitim kurumlarından birinin ortaya çıkmasına vesile oldu.

    ***

    Beraber mesai yaptığı tüm arkadaşlarına hep şunu söyledi: “Bilgili insanları yenemezsiniz. Bilgi güçtür. Bilginiz kadar değer görürsünüz. Ne yapın edin bir kitap yazın, proje hazırlayın, web sitesi açın...”

    Anadolu toprakları üzerinde bulunan bu cennet ülkenin kalkınması, gelişmesi için kitap yazan ve sürekli okuyan öğretmenlere çok çok ihtiyaç vardır.

    Binlerce yıllık Ön Asya toprakları pek bereketlidir. 1 milyon öğretmenimiz var. Her eğitimci ömrü boyunca sadece 1 kitap yazmış olsa çeyrek asırlık süreçte 1 milyon yeni eser sahibi oluruz. Bir kitap yazmak için en az 100 kitaba bakılmak zorunda kalındığı için Türkiye dünyanın en gelişmiş 10 ülkesinden biri hâline gelir…

     

    Anadolu toprakları milyonlarca Ali üretecek niteliktedir… Bu toprakların dünyada başka bir emsali de yoktur. Türk milleti her türlü engeli, çelmeyi, ihaneti savuşturacak karaktere sahiptir.

                                          Seneler vurmadan silgiyi, bağlayın kitapla bilgiyi.

                                                                                     Necip Fazıl Kısakürek

    Ali Özdemir

    0505 220 83 85

    www.aliozdemir.net

     

    Bolu

    Yorum yazın

    İsim (Gerekli)
    Yorumunuz (Gerekli)

    Sayfada yer alan yorumlar kişiye ait görüşlerdir. Yapılan yorumlardan sitemiz hiçbir şekilde sorumlu değildir.

     

    Yazarın diğer yazıları

    GÜNÜN SÖZÜ

    Milli mücadelelere şahsî hırs değil, milli ideal, milli onur sebep olmuştur.

    SON YORUMLAR
    Sağlık İlaç Gıda Takviyesi Siyah Sarımsak