Halk BolununSesi'ne güveniyor. Okunuyorsak sebebi budur

2010 yılı, çevre ve doğa adına kaybedilen bir yıl oldu!

Yeşim Seçen

    6 Ocak 2011

        Her yeni yılda, yeni yeni dilekler dilenir, kocaman kocaman laflar edilir ve her yeni gelen yıl umutlarla, sonu hayal kırıklığına varacak beklentilerle, ses ve ışık şovlarıyla güle oynaya, yer yer de nedense ille de bu geceyi bekleyen tacizcilerin sulu eşek şakalarıyla karşılanır.

       Her ne kadar şovun şekli, görsellik ya da kültürel yaklaşımlar değişse de, taciz kısmı hariç bu tüm dünyada böyledir. Sonra büyüklerimiz, geçen yılın muhasebesini yapan uzun raporlardan, halkın kulağına ve gönlüne hoş gelebilecek küçük küçük özetler deklare ederler; 'şu şu oldu, şu şu yapıldı, şunu sattık, şunu aldık, büyüdük, küçülmedik, yenildik ama ezilmedik' yollu, şaka gibi çeşitlenerek uzayıp giden bir listedir bu adeta.

       Bu raporlarda yok yoktur da, bir tek güzel ülkemizin ormanlarına, akarsularına, havasına suyuna, çayırına gölüne, dağına tepesine musallat olanlar ne hikmetse listeye bir türlü giremezler(!)

       Ben de üşenmedim, 2010 yılında çevre adına neler kaybettik ya da neler kazanmadık, onun kısa bir özetini çıkarttım. Her ne kadar bu özet, 2011 yılı için adeta kıyamet senaryoları öngören kâhinlerin kehanetlerine benziyor gibi görünse de, kehanetten ufak bir farkla ayrılır; gerçektir!

        Bakalım, 2010 yılında neler olmuş;

        Yılın sonuna, SİT alanlarını tümüyle yeni bir kategoriye sokacak olan ve inisiyatifi tamamen bürokratların insafına bırakan yeni bir yasa hazırlığı müjdesiyle girildi. Bu, 2010 yılının çevre adına son sürprizi olarak kayıtlara geçti; bundan sonra hiçbir yer, hiçbir doğa parçası, hiçbir yurt güzelliği asla güven içerisinde olamayacak anlamına geliyordu, bu şaka gibi müjde (!)

       Aslında, bunu yazdıktan sonra, bunun öncesinde neler oldu diye bakmak bile zaman kaybından başka bir şey sayılmaz. Bundan kötüsü olabilir miydi?

        Ama oluyordu; Karadeniz'de bozulmadık bir tek akarsu vadisi, dere yatağı kalmamıştı veya en azından kalmayacaktı. Çünkü binlerce akarsu vadisi için ölüm fermanı çoktan ilan edilmişti ve ferman davullarının sinir bozucu sesleri kulak zarlarımızda yer etmişti.

       Ferman gereği, birçok akarsu vadisi hallaç pamuğu gibi atıldı. Devasa tüneller açıldı; su, binlerce yıldır aktığı yataklardan önce bu tünellere, sonra da bu tünellerden yeni havuzlarına akıtılmaya başlandı.

       Binlerce yılda oluşan doğal hafıza, eşsiz habitat şoka girivermişti birden bire; yaşamaları için gereken su gelmiyordu.

       Hiç olmazsa suyun yüzde onu bırakılabilse, cılız da olsa ayakta kalmayı başarabilirlerdi ama ancak yüzde biri salınıyordu birçok dere yatağında!

       Dereler kurumaya başladı, balıklar öldü, çakıl taşları tek tek sayılır hale geldi; artık dere yataklarından rahat rahat ve hiç ıslanmadan kum ve çakıl alınabilirdi (!)

       Üstelik bunlar, gökyüzüne karbon salınımını azaltmak yani sera etkisini önlemek, temiz enerji elde etmek adına yapılıyordu ama elbette 'kendi usulümüzce'(!)

       Peki, bu ölüm fermanı için yapılabilecek bir şey var mıydı?

       Evet, vardı ya da son müjdeye kadar var gibi görünüyordu ancak artık olamayacaktı çünkü statü değişiyor, başta da dediğimiz gibi yeni yasa geliyordu!

       Öyle her isteyen, babasının malı gibi her istediği yeri SİT alanı ilan edip, kafasına göre korumaya alamayacaktı. Korurlarsa, bürokratlar korurlardı, çünkü onlar, 70-80 yıldır her şeyin en iyisini kendilerinin bildiklerini, her yeri nasıl koruduklarını zaten göstermişlerdi (!)

       Bu hesap, 'yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan' hesabına dönüşmüştü ama yapacak bir şey de yok gibi görünüyordu; elle gelen düğün, bayramdı artık!

       2010 yılında bu iki büyük kıyametin yanında bir de küçük kıyamet yaşanmış, Abant Gölü Tabiat Parkı, kent içi parkı gibi düzenlenerek; bir tabiat parkının olması, korunması gereken (zaten korunması, bozulmaması için Tabiat Parkı ilan edildiği) özelliğini tamamen yitirmişti. Sonra neydi o öyle su kenarı bitkileri, otlar, kıyıya doğru meyille uzanan çayırlar, çimenler falan. Hop, onlar da ya yola, ya da göle gidiverdi. Artık Bolulular sevinebilirlerdi çünkü onların da Gülhane Parkı gibi bir parkları, kaldırımları, yaya ve bisiklet yollu, betonla örülü, hafriyatla doldurulmuş, su içinde yüzen çam ağaçları olan, sazlarını kaybetmiş ve bir daha kurbağa yetişmeyecek bir havuzları vardı üstelik su samurlarından da kurtulmuşlardı (!)

       1950'li yıllarda başlayan bir yanlış kararla, doğa ve ekoloji harikası Hatay Amik Gölü, adım adım kurutulmamış mıydı? Meke Gölü, Akşehir Gölü yanlış sulama yöntemleriyle ölümlerden son anda, o da yağan aşırı yağmurlarla döner gibi olmamış mıydı? Varsın Abant Gölü de havuz olsundu, hiç olmazsa tamamen doldurulmamış, kurutulmamıştı (!)

       '5 bin lira  'Doğayı Tahrip' parasını ödeyen herkes, Kaz Dağlarında altın aramaya başlayınca, bölgede 10 kadar firma, 36 noktada altın aramaya başlayıverdi. İsmi de güzel 'Kaz Dağları'; peki kimler kaz yerine konuyor acaba?' diye düşünerek, bunu da 2010 kayıplar hanesine ekliyorum!

      Marmaris yolu için kesilen binlerce günlük ve çam ağacını da 2010'un eksileri arasına yolluyorum.

       Yok edilen nadir sedir ormanlarını ve yarım milyon sedir ağacını bir defa daha hatırlatacağım.

       Bunlar, yükte ağır, pahada da ağır kayıplar ama tek tek yazmayla bitecek gibi değiller. Yazmayı sürdürürsem, sayfaya sığmayacak kadar uzun bir liste oluşacak!

       Dedim ya kısa bir özet yapacağım. Bu kısacık özet bile kıyamet senaryosu değil de ne acaba?

       Şimdi bu felaket tellallığından sonra gel de yeni yıl kutlaması yap ama bu tahribatı ben yapmadım, sadece sizlere aktardım, onun için yeni yılınızı gönül rahatlığıyla kutlayabilirim;

        MUTLU YILLARA.

    Yorum yazın

    İsim (Gerekli)
    Yorumunuz (Gerekli)

    Sayfada yer alan yorumlar kişiye ait görüşlerdir. Yapılan yorumlardan sitemiz hiçbir şekilde sorumlu değildir.

     

    Yazarın diğer yazıları

    GÜNÜN SÖZÜ

    Sadelik, iyilik ve doğruluk olmayan yerde büyüklük yoktur.

    SON YORUMLAR
    Sağlık İlaç Gıda Takviyesi Siyah Sarımsak